Babam Yaşar Çerkeş’ten öğrendiğime göre; Ankara valisi Arnavut Abidin Paşa kızını büyük dedem Atatürk’ün savcısı Nazım Çerkeş’in annesi Refiye hanımefendiyle (Mori Neneyle) evlendirmiş. Zühtü paşa önceleri Ankara Matbaalar müdürüdür. Kendisi oldukça uzun boylu, dedem Nazım Çerkeş’e benzeyen bir yapıda mavi gözlü bir adammış. Daha sonraları Abidin paşa’nın kızı Refiye hanım’ın üzerine Istanbul’lu bir hanımla evlenince, Abidin Paşa kızının üzerine ikinci evliliği yaptığı için Zühtü Paşayı o günlerde Osmanlı İmparatorluğuna bağlı olan Kudüs şehrine sürdürmüş. Burada Valilik yapan Zühtü paşa 37 yaşındayken, Alman İmparator’unun gelişinden bir kaç yıl sonra burada çıkan bir Tifüs salgınında ölmüş. Mezarının nerede olduğunu bilmiyoruz. Nazım bey babası için çok akıllıydı eğer yaşasaydı sadrazam olurdu dermiş. Büyük dedem Zühtü Paşa aşağıdaki kart postal’daki eski Osmanlıca yazıyı okuyamıyorum. Babamın Türkçe yazısının Osmanlıca’sı olsa gerek.
Alman İmparatoru II. Wilhelm karısı Wilhemine ile birlikte yatıyla 25 Ekim 1898 de Yafa’ya gelmiştir. Yafa’da babamın anlattığına göre limandan hükümet konağına kadar uzanan bir kırmızı yolluk halı serdirmiş. İmparator dedemin konuk severliğinden çok memnun kaldığı için içinde kendisiyle Wilhemine’nin fotoğraflarını gösteren bir madalyon vermiş. Bu madalyonu babam son kez eski bağımızdaki “yanan ev” dediğimiz bağ evinde halamın elinde görmüş. Bununla halam oyun oynuyormış.
2016 yılında Facebook sayesinde tanıştığım bir Çerkeş’li akrabamın elinde bulunan soy ağacı önemli olduğundan buraya koymakta yarar görüyorum.
ALMAN İMPARATORU II. WİLHELM OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA
İLBER ORTAYLI: OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA ALMAN NÜFUZU
1898 yılı Ekimi’nde Alman imparatoru ailesi ile birlikte İstanbul-Kudüs yolculuðuna çıktı. İkinci defadır ki Osmanlı ülkesini ziyaret ediyordu ve bu gezi gerek bir gövde gösterisi olarak, gerekse sağladığı sonuçlar bakımından Osmanlı İmparatorluðu’nda Almanya’nın nüfuzunu artıran tarihî bir dönüm noktası sayılır. II. Wilhelm, Bismarck’tan sonra Alman imparatorluğunun yayılmacı politikasını temsil eden ve yönlendiren bir hükümdar gibi değerlendirilmemelidir. Fizik bakımdan doğuştan özürlü olmasına raðmen sert bir askerlik eðitimiyle yetiştirilmiş, şefkatten yoksun büyümüştü.
Veliahtlığında Wilhelm adeta bir hayat mücadelesi vermek zorunda kalmıştı. Bu özelliğinden dolayı, II. Wilhelm’in kişiliğine olayların gelişmesinde bazı tarihçiler tarafından abartılan bir rol yüklenmektedir. Gerçekte Kaiser’in dünya egemenliği projeleri, buna yönelik girişimleri, yeni Almanya’ya yüklediği tarihî misyon, Alman dış politikasına yön vermiş değildir. Tam tersine yeni Almanya’nın militarist, otoriter ve yayılmacı sistem ve ideolojisi II.Wilhelm’in davranışlarındaki aşırılığa nedendir ve olayların akışını kavrayamayacak kişiliği dolayısıyla da Kayzer, son çağın megaloman, hatalar yapan ve mizah konusu hükümdarı olarak tarihe geçmiştir. Kaiser’in ziyaret ettiği Sultan II.Abdülhamit, Osmanlı otokratik modernleşmesinin tipik temsilcisiydi ve başında bulunduğu 19. yüzyıla ayak uyduramayan, bir toplum ve devletin hayatını günü gününe sürdürme çabasındaydı. Tartışılamayacak bir konu; yeteneklerine rağmen II.Abdülhamid’in gerekli radikal reformlara başlayacak tarihî bir misyonu götüremediğidir. Şark’ın kendine özgü yöntemlerle ayakta durmaya çalışan, zeki senyörü; II. Wilhelm’i, yani yaşadığı dünyayı kavrayamayan, parlak zırhlar kuşanmış acemî bir Charlesmagne’ı misafir ediyordu. Sultan Abdülhamid’in, ülkeyi Birinci Büyük Savaş’a sürükleyen bazı ittihatçı önderler derecesinde Kayzer’e ve Almanya’ya hayran olduğunu sanmak yanlışıtır. Ama Sultan, Kayzer’i de Alman diplomasisini de onlardan (Genç Türkler) daha iyi tanıyabildiği halde, Alman yandaşı bir politika izlemekten ve Alman yandaşı görünmekten kaçınmamıştır. Bu eğilim ve tavırdakiler, Osmanlı yöneticilerinin içinde her kesimde vardı.
İngiltere’nin Süveyş Kanalı’nı açmasına karşılık, Almanya da Doğu’ya Bağdat-Basra üzerinden demiryoluyla açılmayı düşünüyordu. Bağdat demiryolu, Doğu’ya islâm ülkelerine uzanan bir Alman kanalı olacaktı, imparator 1889’da İstanbul’a ilk geldiðinde, artık bu ülkenin kendisi ile yakın ittifak ilişkilerine girdiği görülüyordu. Daha ilk gezide Bağdat demiryolunun Konya’ya kadar uzatılma imtiyazı alınmıştı. II. Wilhelm diplomatik dostluk gösterileri ile değil, kontrolünden çıkmış dostluk gösterileri ile karşılandı. Gazeteler aylardan beri imparatorun ziyareti ile meşgul oluyordu, Îkdam gazetesi; “Osmanlıların cesaret ve mertlik ve yüksek nitelikleri Almanlarda da vardır. Bu iki millet birbirinin sadeta aynası olarak yaratılmıştır. Osmanlılar, Alman ismini saygı ve muhabbetle anarlar” derken, ısmarlama değil, safça bir inançla bu ifadeyi kullanıyordu. Propagandayı Almanlardan çok Osmanlı basını ve yöneticileri yapmıştı, işte imparator on yıl sonra, yeniden kendisine kapılarını böyle sonuna kadar açan bir ülkeye geliyordu. Bu sefer Doğu’ya bir büyük senyör, bir koruyucu pozunda geldi. Yeni Alman politikası; İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı kesin bir tavır almış, Ortadoğu’nun hakimi olmak iddiasını adeta açıklamıştı. Tam bu sırada İngiltere ve Fransa Afrika’daki Facho’da sorunundan dolayı çatışıyorlardı. Wilhelm Yakındoğu’da arz-ı endam etme vaktinin geldiğini anladı.
18 Ekim 1898’de imparator ve imparatoriçe yatıyla İstanbul’a gelip, top atışları ve “yaşa, varol” sesleri arasında Dolmabahçe’de karaya çıktılar, ikinci gün İstanbul müzeleri gezildi, Alman Büyükelçiliği’nde bir kabul resmi düzenlendi, imparatoriçe aynı gün, çok merak ettiği sarayda Harem’de padişahın eşleri ve kızlarını ziyaret etti. Üçüncü gün atla İstanbul surları gezilip, başkentteki elçiler kabul edildi.
Nihayet Sultanla uzun bir görüşme ve akşam bir tiyatro temsili… Dördüncü gün Hereke Halı fabrikası ziyaret edildi, imparator ve maiyetine cömertçe halılar hediye edildi. Beşinci gün, padişahın resmi kabulü ve gala yemeği programı doldurdu. Son gün imparatoriçenin doğum günü kutlandı. 22 Ekim 1898’de imparator ve ailesi Hayfa’ya hareket ettiler, imparator bu arada, istanbul’da Alman kolonisini kabul etmiş ve Deutsche Bank Müdürü Dr. Siemens’le uzun uzun görüşmüştü. Görüşme sonunda Siemens, Anadolu demiryolunun Bağdat’a kadar uzatılma izninin alındığını öğrendi, imparator Alman Lisesi’ni ziyaretten pek memnun oldu. Buraya kadar imparatorun gezisinin görünüşte olağanüstü bir niteliği yoktu. Nihayet dost bir ülkenin hükümdarı, Osmanlı başkentinde tören ve tezahüratla karşılanmıştı, imparatorun asıl Haçlı Seferi “Hohenzollern” yatı 25 Ekim’de Hayfa’da demirledikten sonra başladı. Yöneticileri, eşrafı ve ruhanî reisleriyle bütün Suriye, imparatoru görülmedik bir tantana ile karşıladı. Yol boyu resmî görevliler dışında, Katolik ve Protestan Alman kolonisi kendisine eşlik ettiler, imparatora yüksek rütbeli 127 Osmanlı memur ve askeri refakat ediyordu. Kendisini karşılamak için Hassa Ertuğrul Alayı önceden Hayfa’ya hareket etmiş, hepsine yeni üniformalar giydirilmişti. İmparator ve kalabalık maiyyeti 29 Ekim’de atla Kudüs’e ulaştı, İmparatoru bu beldede bütün ruhanî reisler karşıladı. O şimdi bir hacı rolündeydi. Ruhanî reislerin hepsine bol bol ihsanlarda bulundu. Sadece Protestanların değil, Katolik Almanların da imparatoru olduğunu göstermek için, Katoliklerin ruhanî reisi Kardinal Piavi’ye en yüksek nişanlardan biri olan Roiher Adlerordcn’i tevcih etti. Katolik misyon reisleri ise; “imparatorun tarihî toprakları şereflendirmesinden kıvanç duyduklarını ve gelecek için umutlarının arttığını” belirttiler. İmparator hac seferi sırasında, Filistin-Alman kolonisinin (Alman Yahudileri dahil) misyon reisleriyle ayrı ayrı görüştü, her birine vaat ve ihsanlarda bulundu. Ağlama duvarını, Rum Ortodoks Kilisesi’ni ve hatta Mescidu’l-Aksa’yı bile ziyaret etti. 31 Ekim’de Kamame Kilisesi (Holy Sepulchre) yanındaki Alman kilisesini ayinle açtı (Erlöserkirchc). Bu Kudüs’ün en büyük kilisesi idi ve güzel bir mimarî parça sayılmasa da bir prestij anıtıydı. Sonra Hayfa’ya hareket etti. 12 Kasım’da Beyrut’ta karaya çıktı. Buradan trenle 13 Kasım’da Şam’a geçti. Emeviyye Camii’nde Selâhaddin Eyyubî’nin mezarını ziyaret edip onun hatırasına bir ziyaret plaketi çaktırdı. Şam’da yöneticilerin, “hoşgeldiniz” söylevlerine cevap olarak meşhur nutkunu verdi: “Burada bütün zamanlarýn en kahraman askeri Sultan Selâhaddin’in mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan Abdülhamid’e misafirperverliğinden dolayı teşekkür borçluyum. Gerek Majeste Sultan, gerekse Halifesi olduğu dünyanın her tarafındaki 300 milyon Müslüman bilsinler ki, Alman imparatoru onların en iyi dostudur.”. İmparator, Müslümanların koruyucusu (!) olduğunu böyle parlak bir şekilde açıklayarak gezinin asıl amacını sergiliyordu. 16 Kasım’da Beyrut’tan hareket etti. Bu gezi ve imparatorun tutumu, Sultan Abdülhamid’de Makedonya, Girit ve Ermeni meselesinde Avrupa büyüklerine karşı kendisini destekleyecek bir müttefik bulduğu kanaatini pekiştirdi.
Alman basını çok önceden bu geziyi tarihî bir olay ve siyasî bir atılım diye tanıtmıştı. Daha 1897’de; “imparatorun gelecek yılki Kudüs gezisi, sadece oradaki Protestanları değil, bütün Küçük Asya’daki Protestanları çok sevindirecek ve onlara umut verecektir. Bu vakte kadar zayıf olan Protestan cemaati artık güçlenecektir” deniyordu. İmparator açıkça ve kendiliğinden Osmanlı Protestanlanın koruyuculuğu rolünü üstleniyordu. Filistin’deki Alman misyon şefleri, daha geziden çok önce Berlin’e müracaat etmişlerdi. Örneğin, Templar tarikatının lideri Hoffmann; “İmparator hepimizin kolonilerini ziyaret edip bize cesaret versin” diyordu. Alman Protestanları, imparatorun Fransız Protestanlarına da iltifat etmesine hiç taraftar değillerdi; “Katolik veya Protestan, sadece Almanlar imparatorun yardımına nail olmalıdır” deniyordu, imparator Kudüs’te Alman Yahudilerinin de kendisini karşılamalarını istemişti. Önemli olan Filistin topraklarındaki Almanya kökenli kolonizatörlerdi. Özellikle bu geziden sonra Alman Dışişleri mütemadiyen kilise, okul, yetimhane gibi kurumlar için Kudüs ve Filistin’de arazî alımı işlemlerine girişti. Hangi tarikat ve dinden olursa olsun, Almanya Filistin’e Almanca konuşan kalabalıkların yerleşmesini istiyordu. Buna rağmen II. Wilhelm’in Kudüs gezisi, Alman basınında bazı tartışmalara da neden olmamış değildir. Milliyetçi liberal bir Alman gazetesi olan Bacdische Landeszeitung Sultan Abdülhamid’i kastederek; “Elleri Ermeni kanına bulanmış bir adamın elini imparator nasıl sıkacak? Bu gezide yatın kömür masraflarını haşmetmeab kendi tahsisatından mı, yoksa devlet kasasından mı ödüyor?” diye sert bir eleştiride bulundu. Resmî ideolojiyi savunan Germania bu yazıya; “budala şaşkın liberallerin zırvası” diye cevap verirken, bir başka liberal gazete Constanzer Zeitung aynı yazıya; “Ermeniler kendileri suçlu. Abdülhamid olmasa Türkiye ayakta duramaz. Akıllı bir diplomattır. Gerçekte başbakan da kendisidir. Sınırları dışında bile halife olarak hürmet görür, imparatorun böyle bir Sultan’a misafir olması önemli olaydır” diye cevap verdi.
Burada ilginç bir görünüm dikkati çekiyor. Revizyonist sosyalist parti; Bernstein ve Kautsky gibi liderler II, Abdülhamid yönetiminin Ermeni politikasına muarızken, Vorvaerts gazetesi ve baş redaktörü Karl Liebknecht daha fazla Osmanlı yandaşı yayın yapıyordu. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’ya karşı desteklemek konusunda Karl Marx ve Friedrich Engels’in Kırım savaşından beri izledikleri politika malûmdur. Balkanlar ve İstanbul’da Çar’ı görmektense Sultan’ı görmeyi sosyalist gelecek açısından tercih ediyorlardı. Doğu sorununu Vorwaerts grubu, büyük devletlerin ve Rusya’nın karışmaması gereken bir alan olarak görüyorlardı.
Dış dünyada imparatorun Doğu gezisi herkesi endişeye ve hiddete sevk etti. Papalık, Wilhelm’in Katolik koruyuculuğundan hoşlanmamış ve Fransa’nın bu rolünü tanımaya devam edeceğini belli belirsiz hissettirmişti. Kudüs’teki Britanya Konsolosu ise, yazdığı raporda; “İmparatorun ziyaretinin ve bu ziyaret sırasında Osmanlı Hükûmeti’nin kendisine gösterdiği itibarın ve tanıdığı olağanüstü serbestinin, Alman İmparatorluğu’nun saygınlığını artırdığını ve Filistin’deki Alman nüfuzunun genişlemesine neden olacağını” bildiriyordu. İmparator Filistin’de faaliyette bulunan Alman misyonlarını teşvik etmiş, onların başarısı için uygun bir ortam hazırlamıştı. Filistin’de “Jarusalem Verein – Kudüs Birliği”, “Evangelische Bund – Protestan Birliği”, “Deutsche Orient Mission – Alman Doğu Misyonu” gibi cemiyetler 1890’lardan beri faaliyete geçmişlerdi. Bu cemiyetler Alman Dışişleri’nin desteği sayesinde Protestanlığı Filistin kadar, Osmanlı Asyası’nın diğer yerlerinde ve hâttâ Rusya’da bile yaymaya girişmişlerdi. 2 Temmuz 1900 tarihinde Rusya’nın ünlü klerikal gazetesi Zerkovniye Vedemosti; “Almanların Filistin’de okulsuz şehir bırakmadıklarını ve Protestanlığın, Almanlar tarafından Rusya’da da fakir fukara arasında yayıldığını” belirtiyor… Zerkovniya Vedemosti devamla; “300 cemiyet ve 40 milyon mark yıllık bütçe ve Filistin’deki 400 Protestan misyoner ve 20 Katolik rahiple Almanya başarılı çalışıyor. Bizim Rusların da Filistin’de 23 erkek ve 1 kız okulu, 1 hastane ve 4 sağlık ocağı var. Ancak Roma (Katolikleri kastediyor) ve Töton cemiyetleri üzerinde etkin olmak için çok güçsüzüz. II. Wihelm, Asya’yı sulh yoluyla fethetmek ve pancermanist yoldaşlarına enerji aşılamak için Kudüs’e gitti” demekteydi.
İmparator Berlin’e döndüğünde kendisini karşılayan bakanlarına ve işadamlarına, Sultan’dan kopardığı hediyeleri; Köstence-İstanbul telgraf hattının inşa imtiyazını, ticarî ilişkilerin yoğunlaşmasını, Anadolu demiryollarının Bağdat’a kadar uzatılması için Deutsche Bank’a verilen imtiyazı müjdeliyordu. Almanya uzmanlarıyla ve silah ticaretiyle Osmanlı Ordusu’na, demiryollarıyla Önasya’ya ve dolayısıyla siyasal ve sosyal hayatın her alanına nüfuz edecek döneme girmişti.